Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde kalbur saman içinde, deve tellâl iken, horozlar berber iken; Bir padişah varmış.
Bu padişah, her tarafı camdan bir cami yaptırmış. Bir Cuma günü namazdan çıkarken, eli yüzü pak aksakallı bir ihtiyar görmüş. İhtiyar Padişah’a demiş ki:
Padişahım, eğer Kafdağı’nın ardındaki Altın Bülbülü getirir camiin bitişiğine koyarsan, eserin tamamlanır demiş ve gözden kaybolmuş.
Padişah, günden güne üzülmüş. Bir gün çocuklarına demiş ki:
Evlâtlarım: Kafdağı’nın ardındaki, Altın Bülbülü nasıl getireceğimi düşünüyorum. Çocukların hepsi bir ağızdan babalarına, söz vermişler.
Atlarına binip; yola düşmüşler. Gel zaman, git zaman bir pınarın başına varmışlar. Yemişler, içmişler tekrar yola koyulmuşlar. Giderken önlerine üç yol gözükmüş.
Büyük oğlan haykırmış; Ben birinciden gideceğim. Ortancası ben ikinciden gideceğim. Küçük oğlana da bataklık yol düştü, deyip bir birinden ayrılmışlar.
Büyük oğlanla, ortancası giderken, yolları birleşmiş ve bir şehre varmışlar. Paraları kalmayınca da biri hancıya biri de lokantacıya çırak olmuşlar. Biz gelelim küçük oğlana;
Küçük oğlan, bin bir zorluk içinde yoluna devam etmiş.
Çalı ve çırpılardan geçerken eli yüzü kan içinde kalmış. Nihayet bir pınara varmış. Pınarın başında eli yüzü nurlu, aksakallı bir ihtiyar görmüş. Selamlaşmışlar.
Suyunu içtikten sonra nereye gittiğini niçin gittiğini anlatmış. İhtiyar çocuğu yolundan çevirmek istemiş. Oğlan:
Ben babama söz verdim. Ölmek var, dönmek yok.
İhtiyar, oğlanın sırtını üç defa sıvazlamış. Çocuk yine ıssız çöllere düşmüş. Açlıktan, susuzluktan bitkin bir hale gelmiş. Yedi canlı devin sarayına varmış.
Devi öldürerek saraydaki peri kızı ile tanışmış. Oradan yoluna tekrar devam etmiş. Gide gide sekiz canlı devin sarayına varmış. Bu devi de öldürerek oradaki peri kızı ile tanışmış.
Kız onun nereye gittiğini sormuş; o da Altın Bülbüle” diye cevap vermiş. Kız, buraya nasıl gidileceğini, dokuz canlı devden nasıl korunacağını anlatmış.
Çocuk, tekrar yola koyulmuş ve dokuz canlı devi de haklamış. Fakat devin sarayında hangi odaya dalacağını şaşırmış. Çünkü 99 odası varmış.
Sarayda bir kedinin işareti üzerine Altın Bülbülü alarak yola koyulmuş ve önce, rastladığı ihtiyarın yanına gelmiş. Saraydan getirdiği eşyaları ihtiyarın yanına bırakarak, kardeşlerini aramak üzere, yeniden yola devam etmiş.
Şehrin birinde kardeşlerini bularak onların her birine birer at almış. İhtiyarın yanına giderek Altın Bülbülü almışlar. Eve gelirlerken, ağabeyleri, kıskandıklarından küçük kardeşlerini suya atmışlar.
Fakat Altın Bülbül babalarının yanında bir defacık olsun ötmemiş. Suya atılan kardeşleri ölmemiş, sırsıklam gide gide bir çobana rastlamış. Bir altın vererek bir koyun almış. Koyunun işkembesini başına geçirmiş olmuş tam bir “Keloğlan”.
Gide, gide, bir kasabaya varmış. Bir hancıya çırak olmuş. Han sahibi bir gün öyle hasta olmuş ki. Kasabanın tabipleri hiçbir çare bulamamış. Bir aksakallı ihtiyar, “filan padişahın camiinden bir yudum su getirirsen efendin iyi olur” demiş.
Küçük oğlan koşarak, o camie varmış. Buradaki Altın Bülbül başlamış, ötmeye. Bu olayı padişaha müjdelemişler.
Padişah bütün halkı geçirmiş, ötmemiş Keloğlan gelince yine ötmüş. O zaman başındaki işkembeyi çıkararak, babasına kendisini tanıtmış.
Ertesi gün, çayıra kırk çadır kurdurmuş, Altın Bülbülü küçük oğlanın getirdiğini anlamış; diğer oğullarını saraydan kovmuş.